top of page

Ölüme Anlam Vermek


Hayatımızda her şeyi çok hızlı bir şekilde tüketmekteyiz. Her şey değişebiliyor, yok olabiliyor. Yaşamımızda mutlu olduğumuz, üzüldüğümüz, endişelendiğimiz duygu birikimleri yer almakta. Zaman çok hızlı ilerliyor. Çabuk geçen yıllara, bilgi birikimi ve edindiğimiz tecrübeleri katabilirsek yaşamımıza bir doygunluk, bir anlam katmış oluruz. Her şeyin başlangıcı ile bitiş noktası gelmekte, yaşamda kendisini göstermekte.

Düşündüklerimiz ve paylaştıklarımız ile ölüme bir anlam vermeye çalışmak yerine, ölümden kaçış, korku ve endişeli beklenti süreçleri ile psikolojimizi bozmaktayız. Bilmediğimiz, anlam bile veremediğimiz bir şeyden korkup, kaçıyoruz. Belleğimize olumsuzluklarla yüklediğimiz istenmeyen son diye adlandırılan ölüm maalesef yaşamda kendini göstermekte.


Ölüm hayatın bir gerçeği olarak istesek de, istemesek de bir gün hepimizin karşısına çıkacak, kaçınılmaz yaşanması gereken doğal bir süreç diye adlandırılan yaşamın sonudur. Yaşamımızın uzun yada kısa yaşanması ölümü uzaklaştırmamakta. Uzun yaşayanda, kısa yaşayanda ölümle mutlaka karşılaşacaktır.

Ünlü düşünür Marcus Aurelius’un sözlerindeki gibi; "Uzun yaşamda da, kısa yaşamda da sonuca varılır. Çünkü şimdiki zaman aynıdır, bu nedenle geçip giden şey aynı şeydir. Ölüm bir insandan sahip olmadığı bir şeyi alamaz."

Sahip olduğumuz şey yaşamın içerisindeki yaşadıklarımız ve paylaşımlarımızdır. Yaşadığımız anlardır. Yaşamdır. Yaşıyoruz aslında yaşamın içerisinde ölüm yoktur, çünkü şuan şimdi yaşıyoruz. Yaşarken ölmek diye bir şey yok. Öldükten sonrada yaşam yoktur. Yaşamıyoruz. Şimdi ve şuanı yaşıyoruz. Yaşamın sonu ve bitiş noktasıdır ölüm.

Yaşamımıza renk verebilme çabası, hızlı ve anlık yaşama, uzun ve dolu dolu yaşama isteği, hayata sımsıkı sarılma gayreti yani bir şeylere yetişebilme koşuşturması yaşamın kısa oluşu düşüncesi, ölüm korkusu ile kendini göstermekte. Nasıl olsa bir gün ölümle yüz yüze geleceğiz. İçinde bulunduğumuz koşuşturma furyası aslında öncelikle anı yaşamak içindir. Eğer yaşam bize sonsuz olarak sunulmuş olsaydı ve ölüm gibi bir kaygımız olmasaydı, sonsuz bir yaşama sahip olsaydık, yaşamımıza bu kadar renk katma çabasında olup sınırlı olan bir zamanı en iyi şekilde değerlendirebilmek için çabalamazdık.


Örneğin, yurt dışı seyahatine gidiyoruz on gün kalınacak, o on günün içerisine her şeyi sığdırmaya çalışırız. Her yeri görme arzusu, koşturmaca ya bir daha gelemezsem, belki de bir daha gelmek için zamanım olmayacak düşüncesi ile ziyaret ettiğimiz şehirdeki her yeri görmeye gayret ederim. Ama içinde çocukluğumun geçtiği, içinde yaşayıp çalıştığım bir şehri ziyaret ettiğim bir şehir gibi görüp değerlendirmeye çalışmam; hep ertelerim bunu çok zamanın olduğu için. Bu aynı doğma büyüme İstanbul'da yaşayıp yakınımızdaki müzelere gidememe yada tarihi yerleri gezememe düşüncesi gibi. Nasıl olsa İstanbul'da yaşıyoruz bir gün mutlaka gidip o yerleri görebiliriz diye erteleme duygusu.


Farklı ülkelerden ülkemize gezmek için gelen kişilerin yaptıkları, gezdikleri yerleri gördükleri karşısında içinde yaşadığımız şehrin hakkında bizlerden daha çok detaya sahip olabiliyorlar. Ya da muhteşem bir tablo. Ömrümüzden son kalan yirmi dakika, tabloyuda öyle görmek istiyoruz ki on dakika hiç kıpırdamadan tabloya doyasıya bakabilme arzusu. On dakikada hayal edilebilecek her şeye ait düşünce yoğunluğu. O tablonun on dakikada size yaşattığı duygu yoğunluğu, o eserden alınan haz belki de yaşamınız boyunca hissedemediğiniz en güzel yoğunluk, on dakikada yaşanan yaşantı ile beliriyor. Çünkü kalan son on dakika sonrası ölümle yüzleşme gerçeği var sayılı dakikaları değerli kılabilme çabası. Bu nedenle denilebilir ki, zamanın kısalığı yaşanan anlama değer katan bir özellik olarak ortaya çıkar.

Verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, yaşamın sonlu olup içerisinde ölümü barındırması bir şeyleri ertelememizi engelleyip yaşamı değerli kılıyor. Sonsuz bir yaşamımız olsaydı büyük ihtimalle gördüklerimiz bir anlam ifade etmeyecek bir çaba sarf etme arayışı içinde olmadan yaşayıp sıkılacaktık. Öleceğimizi bilmek korkutucu olsa da, öleceğini bilen tek canlı olarak yaşamımıza anlam katmaya çalışıyoruz. Bazen ölüm düşüncesi çok korkutucu geliyor. Fakat bu duygudan bir kaos üretip içinde boğulmak yerine, bununla yaşamayı, hatta ölüme anlam verebilmeye çalışsak, yaşamımızı buna rağmen anlamlı ve değerli kılmaya çaba göstersek, her şeyden daha fazla zevk alabiliriz.

Ölümün yaşama gölge düşürmesine ve değersiz kılmasına izin vermemeliyiz. Ölümün inadına ölüm olduğu halde, korkmadan doya doya yaşamalıyız. Ünlü Şair Nazım Hikmet Ran’ın "Yaşama Dair" Şirinde de dediği gibi; ‘’Öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamı, Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin. Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, Yaşamak, yani ağır bastığından. ‘’

Ne güzel söylemiş ünlü şair, evet her zaman yaşamak ağır basmalı, korkularımız olsada asıl olan yaşamdır. Yaşarken ölmek diye bir şey yok. Evet ölüm değiştirilmeyen bir son. Ama onu nasıl kabullenip, içimizde nasıl sindirebildiğimiz, nasıl şekillendirdiğimiz önemli.


Ölümle Yaşanılan bir duygu yoğunluğu var, bu duygu kişiden kişiye de farklı yaşanmakta. Ölüm düşüncesini reddedebilir, inanmayabiliriz. Ama ölmeyi seçmeme hakkımız yok. Sadece ölümden korkmadan yada korkulardan dolayı hayatımızı zorlaştırmamayı engelleme ve ölüm korkusunu yaşam enerjisine çevirme konusunda seçme şansına sahibiz. Ölüm kısa yaşamda da, uzun yaşamda da varlığını göstermekte. Ölüm arkasında bıraktıkları ile acı. Burada kişi sağlıklı yaşarken o güzel yaşamına ölüm endişesi katarak yaşamdan zevk almaması, endişeli bir yaşama mahkum kalması, bu korku ile yaşanılacak güzellikleri zedelemesinden bahsediyorum. Neden anı yaşamak değerli kılmak yerine ölüm korkusu ile yaşamı karartıp, ağırlaştıralım?

Anlık beklenmeyen çat kapı gelen ölüm tabii ki çok acı. Beklenmedik kayıplardan dolayı yaşanılan hüzün. Tarifi mümkün olmayan acı. Arkanda bıraktıkların bu hüznü yaşamakta. Ölen kişi yaşamını sonlandırdı. Onun canı yanmıyor, üzülmüyor; o öldü. Ama arkasında bıraktıkları o acıyı fazlasıyla yaşamakta. Ölüme bu da farklı bir pencereden bakış açısı katmaktadır. Ölmenin verdiği keder kişiye değil çevresindekilere yaşattıkları ile yaşamı zorlaştırıp dayanılmaz kılar.


Genç yaşta ölen kişilere duyulan keder çok daha fazla. Genç yaşamın daha tadına varamamış, belli bir olgunluğa erişebilecek zamana sahip olamadığı için genç yaşta ölen kişilerin arkasında bıraktığı acı dayanılmaz. Belli bir olgunluğa erişmiş uzun yıllar yaşamış, deneyimleri ile yaşamına renk katmış, ileri yaştaki kişiye gelen ölüm daha doğal bir süreç gibi görülmekte ve çevresine bıraktığı kederin bu yaşamışlık düşüncesi ile hafifletilmesi daha mümkün. Genç için yaşlı için de bir ateş var. Ateş aynı ama, yanma dereceleri farklı. Birisi sönmekte olan doğal bir süreçmiş gibi düşünülen kendi kendine sönmesi beklenen bir ateş. Diğeri daha alevlenmeye yeni başlamış, coşan, kıvılcımları ile etrafına ışık saçan bir ateş. Daha yeni alevlenmeye yüz tutmuşken coşkusu bitip, kendiliğinden sönmesi beklenmeden bir güç ile bir kova su döker misali söndürülüyor. İşte burada gencin ölümü de birden alevlenip söndürülen ateşe benzetiliyor. Gencin önünde daha çok uzun yıllar var, o uzun yılları yaşayamadığı için yılarına sığdıramadığı hayalleri, özlemlerini ansızın gelen ölümle sonlandırdığı ve kısacık yaşamına sığdırabildikleri ile gitmesi arkasında bıraktıklarına derin bir acı ve tarifsiz hüzün yaşatmakta. Aslında ölüm, yaşlı için de genç için de aynı; kişiye gelen ölüm aynı olsa da sadece karmaşık bir yapı olan ölme şekilleri ve çevresine yaşattığı keder farklı.

Yaşlı, yaşama şansı elde edip hayatını tecrübelerle donatarak yaşayabildiği için, onun ölümünü çevresindekiler kendilerini teselli ederek kederlerini hafifletebilirler.


Yaşadığımız hayattan mutlu olabilmeyi de yada mutsuz olabilmeyi de kendi yaptıklarımızla başarıyoruz. İyi hayat diye yada kötü hayat diye yaşamı isimlendiriyoruz. Aslında yaşamımıza iyiliği de, kötülüğü de katan biziz. Ünlü Filozof Montaigne’in dediği gibi; "Bir gün yaşadıysanız her şeyi görmüş sayılırsınız. Bir gün bütün günlerin eşidir. Başka bir gündüz, bir gece yok ki. Atalarımızın gördüğü, torunlarımızın göreceği hep bu güneş, bu ay, yıldızlar ve düşüncedir."

Yaşamına bilgi ve tecrübeleri ile renk katmış ve hala donanımları ile yaşamaya devam eden bilge kişiler ne yaşamaktan vazgeçer, ne de yaşamaktan korkar. Çünkü ne yaşamak ona ağır gelir nede yaşamayı kötülük olarak görür. Yiyeceğin en bol olanını değil, en lezzetli olanından ve zamanın en uzun olanından değil de en hoş olanından yararlanır. Çünkü yaşamını değerli ve boşa harcamayacak kadar donanımlıdır.

Hayatımızın değeri uzun yaşanması değil değerli yaşanmasıdır. Öyle uzun yaşamış insanlar var ki, bence çok az yaşamışlar, o uzun yaşamlarında anabilecekleri, arkasında bırakabilecekleri bir iz yoktur. Düşünmeden, irdelemeden ve okumadan kaygılarla dolu boşa geçen çok az yaşanmış yıllar. Doya doya yaşamak yılların çokluğuna, uzun yaşama göre değil bizim gücümüze bağlıdır. Yaşama sığdırabildiğimiz, eğitim, kültür ve sosyal aktiviteler yaşama ayrı bir değer ve ayrı bir doygunluk veriyor.


Yaşadığımız anı değerlendirmemizi önleyen korkularımız ve vesveselerimiz yüzünden her doğan yeni günü karartarak boşu boşuna dertler ile geçirilen zaman fark edilmeyen büyük bir kayıptır. Hayat bir işimize yaramadıysa, boşu boşuna bizi yorup üzdüyse, onu kaybetmekten niye korkayım? Hayatımda edineceğim değeri, tüm güzellikleri dolu dolu yaşadıysam neden ölümden korkayım? Güle güle giderim.

Şunu unutmamak gerekir, Montaigne’in dediği gibi, "ölüm bize ne sağken kötülük edebilir, ne de ölüyken. Sağken kötülük edemez çünkü hayattasınız, Ölüyken de kötülük edemez çünkü hayatta değilsiniz."


  • Whatsapp
  • instagram (4)
bottom of page